Pages

Derebeylik (Feodalite) Hakkında Bilgi

Derebeylik (Feodalite) ne demektir? Derebeyliğin, feodalite sisteminin özellikleri, tarihteki yeri, hakkında bilgi.

Derebeylik (Feodalite); toprağı ve üzerinde yaşayan köylüleri tek bir kimsenin malı sayan ortaçağ siyasal düzenidir. Derebeylik politik, ekonomik ve sosyal bir sistem olarak 9.-16. yüzyıl arasında Batı toplumlarında ortaya çıkıp gelişirken Osmanlı İmparatorluğu’nun da arasında bulunduğu Doğu toplumları daha değişik bir yapılanma süreci yaşadılar. Bir yandan barbar istilasının yarattığı güvensizlik ortamının insanları kendilerine koruyucu bir senyör seçmek zorunda bırakması, öte yandan Akdeniz ticaret yolunun İslâm egemenliğine girmesiyle Batı devletlerinin dünya ticaretinin dışına atılması, böylece Batı’nın kendi içine kapanıp oluşan yeni duruma göre yeniden örgütlenmesi, derebeylik düzenini hazırlayan önkoşullar oldu. Bu dönemde toprakların genişlemesiyle para ekonomisinin yerine “aynı” denebilecek bir ekonominin geçmesi tarımsal uygarlığın egemenliğini getirdi. Batı’da gelişen derebeyliğin politik açıdan gösterdiği en büyük özellik, devlet birliğinin parçalanmış olması ve halkın doğrudan doğruya devletin değil, toprakların sahibi olan senyörlerin (derebeyi) uyruğu durumunda olmalarıdır. Bu dönemde topraklar iki yanlı bir sözleşme olan fief sözleşmesiyle hiyerarşik bir düzene bağlandılar. Bu hiyerarşik düzenin doruğunda kral yer alırdı. Kralın altında senyörler, onların da altında vasallar yer alır, en alttaysa serfler ve köylüler sıralanırdı. Serfler ve köylülerin ürettikleri artık ürün, vasal aracılığıyla toprağın sahibi olan senyöreulaştırılırdı. Senyörün topraklan üzerinde görevlendirdiği vasal, kendisinden beklenen hizmetleri -özellikle askeri alanda- yerine getirmek zorundaydı. Ayrıca vasal, senyörden aldığı toprağı kısmen başkalarına verebilir, kendisi de bu yolla senyör olabilirdi. Ancak bu hiyerarşi içinde sonuncu vasalın ilk senyörle ilişkisi yoktur. Batıdaki derebeylik düzeninde sosyal sınıflar, dövüşen soylular (şövalyeler), dua eden rahipler ve çalışan köylülerle serilerden oluşurdu. Batı’da feodal düzen 14. ve 15. yüzyılda çözülmeye başladı. Başlangıçta yönetsel ve dinsel merkezler olan kentler, meta üretiminin (pazar için üretim) ve ticaretin gelişmesine koşut olarak geliştiler. Artan lüks ve fiyatlar karşısında senyörler bir yandan sömürüyü arttırarak öte yandan belli bir bedel karşılığında köylüyü topraktan uzaklaştırdılar. Topraktan kopan serf ve köylüler kente göç ederek oradaki üretim yerlerinde çalışmaya başladılar. Senyörler de artan gereksinmeleri sonucu, topraklarını ya kiraya veriyor ya da zengin tüccarlara satıyorlar, aradaki tüccar ve tefeciler hem senyörleri hem de üreticileri büyük borçlar altına sokuyorlardı. Tüm bunlar üreticiyi ya da senyörü pazar için üretime zorluyor vedolayısıyla feodal üretim biçimiyle gelişen yeni bir sınıfın doğmasına olanak sağlarken, yeni üretim ilişkileri feodal düzenin sonunu hazırlıyordu. Batı’da bu gelişmeler görülürken, aynı dönemde apayrı bir toplum yapısı ve toprak düzeni olan Osmanlı toplumu farklı bir yapılanma süreci yaşıyordu. Özellikle 14. ve 15.yüzyıldaki Osmanlı ekonomisinde var olan üretim güçleri ve bunların düzeyi, emek ve toprakla belirlendiğinden Osmanlı ekonomisi aslında bir “köylü ekonomisi”dir. Kentlerde merkezileşen endüstri, ekonominin tümü içinde çok az bir yer tutardı. Osmanlı toplumunu Batı derebeyliğinden ayıran çok önemli bir ayrılık vardır: Bu, mülkiyet ve sömürü ilişkileri açısmdan artık ürünün doğrudan üreticilerden (köylüler) alınış biçiminden kaynaklanır. Feodal üretim biçiminde artık ürün, köylülerden, toprağın sahibi olan senyöre doğrudan geçer. Osmanlı toplumunda ise genel kural olarak toprağın mülkiyeti devletindir ve bu hakka dayanarak, artık ürün vergilerle devlete aktarılır.Üretim güçlerinin bu düzeyinde, asıl önemli olan toprağın mülkiyetinin devlete ait olmasıdır. Mülk padişahın ya da devletindir. Çünkü devlet ve padişah özdeştir. Osmanlı toplumunda, devleti temsil edenler, egemen sınıf olan “saray-ulema-asker üçlüsü”dür. Toprağın yanında bir başka üretim etkeni olan emeği, “reaya” adı verilen köylüler temsil eder. Toprağın mülkiyetine sahip olmayan reaya, “kalıtsal ve sürekli bir kiracı” durumundadır ve işlediği toprağı bırakması “çiftbozan yasağı” ile önlenmiştir. İki tür vergiyle yükümlendirilen reayanın “çift akçesi” adıyla verdiği verginin ürünle bir ilişkisi olmayıp alınan ürün ne olursa olsun bu vergiyi vermek zorundaydı.
Öşür vergisi ise elde edilen ürün üzerinden hesaplanarak ayrıca ödenirdi. Toprağın işlenişi ve artık ürünün reayadan devlete geçişi “tımar sistemi” ile gerçekleştiriliyordu. Tımar sistemi geniş anlamıyla, belli bir bölge (genellikle savaştan sonra elde edilen toprakların) vergilerinden bir bölümünün, padişah tarafından bir kimseye ya da savaşta yararlılık göstermiş bir sipahiye bırakılmasıdır. Bu topraklar, genişliğine ve gelirlerine göre has ve zeamet adları altında da verilmekteydi. Buna karşılık tımar, has ve zeamei sahipleri, elde ettikleri gelire göre, Osmanlı Ordusu’na, belli sayıda asker sağlamakla yükümlüydüler.
Osmanlı toplumundaki bu toprak düzeni, 16. yüzyılın sonlarına doğru iç ve dış etkilerle çözülmeye başladı. Batı’ nın yine ticaret yollan bulması, Doğu ticaret yolunun yön değiştirmesine, bu da Osmanlıların önemli bir gelir kaynağından yoksun kalmalarına neden oldu. Aynı dönemde sömürgelerin akınlarıyla zenginleşen Batı’da ve dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğunda fiyatlar hızla yükseldi, buna karşılık, akçe değer yitirdi. Ardı arkası kesilmeyen uzun ve pahalı seferler, devletin para sıkıntısını artırmaktan başka sonuç vermedi. Devletin giderleri artarken, gelirler yükselen fiyatların gerisinde kaldı. Para sıkıntısını gidermek için başvurulan yeni önlemler, köylünün ve taşradaki resmi kimlikli kişilerin hoşnutsuzluğunu körükledi ve toprak düzenini altüst etti. Bu dönemde vergi toplamakta yetersiz kalan tımar sahiplerinden topraklar alınıp ihale yoluyla belli bir bedel karşılığında mültezimlere bırakıldı, verginin toplanması “iltizam” denilen yeni bir uygulamayla gerçekleştirilmeye başlandı. İşte tam bu aşamada Osmanlı toplumunda, “derebeyleri” sahneye çıktı. Sipahinin yavaş yavaş yerini alan mültezim, sürekli bir görev yüklenmediği için ve yatırdığı parayı bir an önce çıkarmak düşüncesiyle, köylüyü acımasızca sömürdü. Sipahinin dolaylı aldığı vergiyi, dolaysız bir biçimde ve oranını artırarak alan mültezimler, zorbaca yöntemler kullandıklarından, köylülerin topraktan kaçmalarına, dolayısıyla üretimin düşmesine neden oldular. Ekonomik ve askeri yönden çöküntüye uğrayan Osmanlı yönetimi, ardı arkası kesilmeyen savaşlarda, asker ve yiyecek sağlamak ve bir miktar vergi toplayabilmek için, ortaya çıkan bu derebeylerine sığınmak zorunda kaldı. Derebeylerin çoğu, ayan, voyvoda, mütesellim, eşraf ve muhassıl gibi resmi kimlikli kişilerden oluşuyordu. Resmi kimlikle zorbalığı kaynaştıran bu kişiler, eyaletlerde yönetimi ele geçirerek askeri yönden büyük güçler oluşturdular. 19. yüzyıl başlarında ancak iki il padişahın doğrudan yönetimi altındaydı. Daha önce ülke toprağı sayılmayan ve Osmanlı toprak sistemi dışında tutulan bölgelerde var olan derebeylik devletin güçsüzlüğünden yararlanarak tüm ülkeyi yayıldı. Derebeyler zaman zaman kendi aralarında da savaşlar yapmış,saray bu anlaşmazlıklardan yararlanarak hatta körükleyerek durumu kurtarmaya çalışmıştır. Merkezi devletin çöküşüyle ortaya çıkan derebeylerin, devlet üzerinde etkileri giderek arttı ve her alanda etkili oldular. III. Selim döneminde “Nizam-ı cedit” adı altında, orduda yapılan birtakım yeniliklere, kendilerine zarar verir korkusuyla karşı çıktılar, Edirne’de toplanıp İstanbul üzerine yürümeye yöneldiler. O dönemin güçlü derebeyliklerinden Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa 15 bin kişilik ordusuyla İstanbul’a girdi, tahta IV. Mustafa’nın yerine II. Mahmut’u geçirerek kendisini de zorla sadrazam seçtirdi. Alemdar Mustafa Paşa’nın ilk işi Anadolu ve Rumeli derebeylerini İstanbul’da toplayıp, hükümet ve derebeyleri arasında “Sened-i ittifak” imzalatmak oldu. 1808′de imzalanan, Sened-i ittifak, derebeylerin ayrıcalıklarını artırdı, buna göre’devlet, derebeylerin haklarını, kalıtsal bir biçimde tanımak ve vergilerin padişahın vekilleriyle bu “hanedanlar arasında görüşme yoluyla” kararlaştırılmasını kabul etmek zorunda kaldı. Bu ittifak, merkezi otoritenin yetkilerini sınırlarken öte yandan derebeylerin egemenliğini tarihsel olarak resmen belgeledi. Türkiye’de “derebeyi” genellikle feodal deyiminin karşılığı olarak kullanılır ve Batı feodalle derebeyi karıştırılır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder